19 Eylül 2012 Çarşamba

İzmir'in Simge Yapılarından Biri; Fransız Gümrüğü



18. yüzyıl sonunda Avrupa’da patlak veren sanayi devrimi dünyayı bir değişimin içine sokmuştur. Sanayi devrimiyle birlikte seri üretim, bu ülkeleri ham madde arayışına itmeye başlamıştı. Bundan dolayı Avrupalı ülkeler gözünü ham madde zengini olan doğuya çevirmiştir. Başta Osmanlı devleti olmak üzere orta doğu önemli merkezlerin içinde bulunmaktaydı. Avrupa ülkelerinin ekonomileri gelişmeye başlarken, Osmanlı devletinin bu dönemde Avrupa ülkelerine vermiş olduğu imtiyazlar ve Avrupa ülkelerinin de başta İngiltere ve Fransa olmak üzere ham madde arayışları buradaki tüccarların imparatorluğa akmasına sebep olmuştur. Osmanlı devletinin önemli liman kentlerinden biri olan İzmir’de bu değişimden nasibini almıştır.

19. Yüzyıl başlarında kente gelmeye başlayan yabancı tüccarlar kentin ticaretinin gelişmesine katkı sağlamaya başlamış ve dış ticarette de bu durum hızla artarak görkemli bir hal almaya başlamıştır. Kısa sürede kent önemli liman noktalarından biri haline gelmeyi de başarmıştır. Kentin geniş artalanı ve çevresindeki ham madde zenginliği kentin ticaretinin gelişmesinde önemli bir rol oynamış ve kentteki bu gelişmeyi sağlayan başta batılı tüccarlar yani Levantenler bu gelişimden ortaya çıkan kazancın en büyük payını almışlardır. 19. yüzyıl içinde kentte fabrikalar ve bazı önemli şirketler batılı tüccarların öncülüğünde kurulmaya başlanacaktı. Sömürgeciliğin Osmanlı devletinin genelinde olduğu gibi İzmir ve civarında da görüldüğü bu yüzyılda ham maddeyi Avrupa topraklarına ihraç etmek için bazı önemli projelere imza atılacaktı. Bu projelerin en önemlileri içinde Aydın-İzmir Demiryolu Hattı, Kasaba-İzmir Demiryolu Hattı ve Rıhtımın oluşturulması bulunmaktaydı. Demir yolu hatları oluşturulduktan sonra kente önem arz eden ve kentin önemli eksikliklerinden biri olan düzenli bir rıhtımın inşa edilmesi gündeme geldi. Bu proje ilk kez 1863 yılında Fransız – Belçika ortaklı bir şirket tarafından imparatorluğa limanın imtiyazını almak için müracaat etmesiyle başlamıştır. Fakat bu müracaatın sonucunun ne olduğu bilinmemektedir. 1867 yılının kasım ayında; J. Charnaud, A. Barkir, G. Quaracino beylerin müracaatı devlet tarafından cevaplandırılıp, inşa için anlaşma yapılmıştır. İnşaat 1868 yılında başladıktan kısa bir süre sonra İngiliz mühendislerin bazı finansal ve teknik problemlerinden dolayı inşaatı geciktirmeye başlaması, İzmir’de ki Fransız başkonsolosu Charnaud’un şirket sahiplerine Marsilya’da büyük bir şirket olan Dussaud kardeşlerle iş birliği yapmalarını önermesine neden oldu. Başka çare bulamayan diğer ortaklar Dussaud’lar ile anlaşma yapmak zorunda kalmışlardı. 1868 yılında başlanılan rıhtımın inşaatı, kıyıda şahsa ait arazilerin zamanla doldurarak oluşturdukları arazileri bırakmamak istemeleriyle Dussaud kardeşlerin sermaye artımına gitmelerine neden olmuştu, bu durum da inşaatın yavaşlamasına sebebiyet verecekti. Zaman içinde Dussaud kardeşler diğer ortakların hisselerini satın alıp rıhtımın tek sahibi olmuşlardı.

Liman projesindeki anlaşmanın içeriğindeki başlıca iki madde; rıhtımın yapılması ve yapılacak rıhtım boyunca tramvay hattı döşenmesiydi. Anlaşma gereğince yapılacak rıhtım ve üzerindeki tesisler 30 yıl boyunca devlete verilecekti. Rıhtımın uzunluğu üç kilometre olacaktı. Sarı kışladan Alsancak garına kadar olan bu aks içinde denizden kazanılan araziler şirkete ait olacaktı, ayrıca şirket kendi yapacağı yükleme ve boşaltmalar için %12 lik bir indirim hakkına sahip olacaktı. Rıhtım, 1875 yılına gelindiğinde 100 metre uzunluktaki gümrük binası ve bazı ilave kısımları hariç tamamlanmıştı. Bitirildiğinde rıhtımın uzunluğu toplamda 3245 m., ticari işlemlere ayrılan kısmı ise 1250 metreydi. Rıhtım caddesinin genişliği 18 m. ile 19 m. arası değişmekteydi. Liman bölümü, batıdan başlayarak kuzeye yönelen bir dalga kıranla bir havuz gibi korunuyordu. Giriş ise kuzeyden verilmişti. Rıhtımın derinliği ise kıyıda 6 ile 8 metre arası açıkta ise 12 m. ye kadar çıkmaktaydı. Limanın kuzey ucundaki dalgakıran üzerinde liman kaptanlığı ve sağlık servisi yönetimine ait binalar bulunuyordu. Ayrıca liman üzerinde yeteri kadar vinç bulunmaktaydı. Fakat limanda önemli bir eksik vardı, oda malların boşaltılıp yükleneceği ve depolanacağı bir gümrük binasıydı. İşte İzmir’in simge yapılarından biri olan rıhtım şirketinin son işi bu yıllarda yapılmaya başlanacaktı.

Güney dalgakıran üzerine inşa edilecek bu yapının bitiş tarihi 13 Mart 1880 yılıydı. 4 km. lik rıhtım hattının en güneyine inşa edilen gümrük depolarının mimarının Fransız mimar Gustave Eiffel veya onun ekolünden gelen birinin olduğu düşünülmektedir. Yapının mimarisini incelediğimizde birinci kordona bakan cephesi doğal olarak en gösterişli olması gereken bölümüydü ve öylede inşa edilmişti. Yapının bu bölümünün çatısının bir kısmı teras şeklinde inşa edilmiştir. Çatının sudan izolasyonu için mermer tozu katkılı horasan harcı kullanılmıştır. Bu bölümün tavanı ise volta döşemelidir. İhraç mallarının kente kontrollü geçmesi için yapının sağına ve soluna iki büyük kapı inşa edilmişti. Kapıların her iki yanında gümrük memurlarının ve güvenlik güçlerinin çalışma ofisleri bulunuyordu. Fransızlar elde ettikleri bu dolgu alanındaki imtiyazını pekiştirmek için yapının karaya bakan yüzünü oranlı bir şekilde inşa etmişlerdi. Kapılar ve pencereler mermer söveli, arşitrav görevi gören çatı parapeti, bina aksındaki süslemeleri, yapının köşelerini sınırlayıcı köşeleri dairesel yontulmuş kesme taşlar bunlara örnek gösterilebilir. Yapının önemli diğer kısmı ise dolgu alanının ortasına denk gelmektedir. Buradaki yapı iki katlıdır ve zemin katın tavan döşemesi volta döşemedir. Çatısı ise düz teras olarak inşa edilmiştir. Bir dönem bu yapının üstü ahşap oturtma çatı üzerine Marsilya kiremit kaplanarak kullanılmış fakat daha sonra bu çatı yanmıştır. Yapının cephesinde masif mermer payandalar üzerine oturtulmuş balkonları, beyaz mermerden yapılmış pencere söveleri bulunmaktaydı. Ayrıca yapı yığma taş üzerine serpme sıva olarak inşa edilmişti. Dolgu alanının en ucuna doğru daha önceleri tek kat olduğu düşünülüp sonra iki kata çıkartıldığı düşünülen yapı bulunmaktadır. Tek katlı inşa edilen bu binaya iki yüksek kapıyı bölen volta döşeme ile ara kat ilavesi yapılmıştı. Daha sonra yığma tuğla duvarlar ve birinci kat tavanı betonarme döşeme olarak ikinci bir kat ilave edilmiş. Betonarme döşeme üzerine oturtma ahşap makas ile çatı strüktürü bulunmaktaydı. İleriki yıllarda yapının güneyine ilave merdiven inşa edilerek üst katın bir bölümünün bağımsız kullanılması sağlanmıştı. Son dönemlerde bu bölümün kılavuz kaptanların dinlenme ve çalışma mekanı olarak kullanıldığı biliniyor. Yapının göze batan bu üç bölümünün inşaatından sonra ara kısımlar yığma taş binalarla doldurulmuş ve böylece gümrük binasının ilk aşaması tamamlanmıştır. 1880 ile 1905 yılları arasında yapının batıya bakan kısmına doğru ek antrepo binaları gelecekti. Binalar döküm demir kolonlar üzerine çelik profilli makaslar yerleştirilerek inşa edilecekti. Bu açıklığın üzeri ise Marsilya kiremitle örtülecekti. Binanın çelik konstrüksüyon olan bu bölümünün inşaatında ilk yapılan yığma taş duvar kısma bitiştirilirken, demir kolonların konacağı alanlara nişler açılmış ve direkler o nişlere yerleştirilmiştir. Bu demir kolonların arası ise 10’ar metre olarak ayarlanmıştır. Ek antrepo yapısının genişliği ise 10,5 metreydi. 1905 ile 1913 arası yapıya son ek olarak büyük bir hol daha inşa edilecekti. Yine güney yönüne doğru genişleyen yapı, içi boşluklu çatı suyu drenajını yapabilecek özelliğe sahip font döküm dairesel kolonlar ile birer atlayarak çift UPN profil kolonlarla inşa edilmişti. Bu kolonlar arasında çelik makaslar kullanılmıştı. Bilindiği kadarıyla bu kolonların üzerindeki markalara dayanarak Belçika’da üretildiği ortaya çıkmıştır. Bu alanın çatısı ise oluklu galvanize saçtır, zemin döşemesi ise parke taş kaplıydı. Temel ise münferit betonarmeydi ve içinde kanallar mevcuttu. Bu kanallar çatıdaki suyu dairesel demir kolonlardan denize aktarma vazifesi görüyordu ve öyle inşa edilmişlerdi ki kanalların seviyesi deniz seviyesinin 10 cm. altındaydı buda en kötü yağmurlarda bile kanalların şişmesini önlüyor ve yapıdaki su baskınlarına izin vermiyordu. Büyük holde mal taşınmasını kolaylaştırmak için dekovil hattı kurulmuştu. Bir grid teşkil edecek şekilde döşenmiş raylar kesişme noktasında 90 derece dönerek diğer hatta geçebiliyordu. Böylece 20. yüzyıl başında bina son şeklini almıştı.

5 mayıs 1925 yılına kadar Fransız şirketinin elinde bulunan gümrük binası İzmir Liman ve Körfez işletmelerine devredildi. 1934 yılında ise şirket devlet tarafından satın alındı. 10 Ağustos 1951 tarihinde bina Denizcilik bankası Türk Anonim Şirketine devredilirken, 1954 yılında limanın Alsancak’ta ki yeni yerine gitmesiyle yapı eski şaşalı dönemini kaybetmeye başladı. 1955 ile 1960 yılları arasında yapının güney kısmı balıkhane olarak kullanılır. 1960 dan sonra yapıyı Türkiye Deniz İşletmeleri kullanmaya başlamış. 1974 yılında da yapının Kuzey bölümü Deniz Kuvvetlerine verilmişti. 1996 yılına kadar yapının bir kısmını ESHOT ambar ve atölyeleri olarak, bir kısmını da Tansaş Araç Sevk Amirliği olarak kullanmıştır. 1988 yılında T.D.İ. den kiralanan antrepoların bir kısmı İZULAŞ tarafından garaj olarak kullanılmıştı. 1990 lı yıllara gelindiğinde yapıda ki yıpranma çok artmıştı ve viranelik olmuştu. Yapıyı kurtarıcı ilk müdahale 1995 te geldi bu yıl yapının rölöve çizimleri yapıldı. Yaklaşık 365000 tonluk çelik konstrüksüyonu paslardan arındırmak 9 ay sürmüştü. Yapının dayanıklılığı sağlandıktan sonra aslına uygun boyası yapılıp çatıdaki fenerleri ve camları orjinaline uygun olarak restore edildi. Yapı tam olarak askeri bölgesi hariç 2004 yılında alışveriş merkezi olarak halka açıldı. Toplamda 18000 metre kare alana sahip eski gümrük binası doğusundaki askeri alanında kalkması ile tam olarak restore edilmiş olacak. Böylece İzmir’in simge yapılarından biri olan Fransız gümrüğü eski ihtişamıyla gelecek nesillere aktarılıp hep yaşayacak.

Tarihin İlk Kadın Eylemini, İzmirli Kadınlar Gerçekleştirmiş

Tarihte kadınlar tarafından gerçekleştirilen “ilk protesto”nun, 1828 tarihinde İzmir’de yaşandığı ortaya çıktı. İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’ndeki belgelere göre, ekmek fiyatlarının zamlanmasına büyük tepki gösteren kadınlar, 3 gün boyunca sokakları işgal etti. Bu protesto sonunda zam geri alındı.


İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’ne İlhan Pınar tarafından bağışlanan belgelere göre, Türkiye tarihindeki ilk kadın ayaklanması 1828 yılında, Kadifekale, Tilkilik, Namazgah ve Damlacık gibi Türk mahallelerinden gerçekleşti.

Kökeni Amazonlara kadar uzanan İzmir kadını, farkını 1828 yılında yaptıkları eylemlerle gösterdi. Belgelere göre, dönemin İzmir Valisi Hasan Paşa tarafından verilen izinle yapılan “ekmek zammı” önce erkekler tarafından protesto edildi ancak sonuç alınmayınca kadınlar çocuklarıyla birlikte sokaklara çıkarak 3 gün boyunca süren protesto gösterileri yaptı. İzmirli kadınların bu protestosu sonrasında ekmek zammı, Hasan Paşa’nın devreye girmesiyle geri alındı.

O dönemlerde İzmir’de bulunan Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun elçisi Baron Anton Prokesch von Osten tarafından tanık olunan olaylar, 1934 yılında Avusturya’da yayımlanan “Jahrbücher der Literatür” (Edebiyat yıllığı) isimli derginin 67. ve 68. sayılarında kaleme alındı. İzmir’de bulunduğu dönemde eski Smyrna’yı arkeoloji dünyasına tanıtan Baron Von Osten, kaleme aldığı yazısında, İzmir’de yaşanan kadın eylemlerini olduğu gibi anlatarak, Türk kadınının zam karşısında gösterdiği mücadeleye geniş yer verdi.

İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi Müdürü Yrd. Doç. Dr. Oktay Gökdemir, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hak ve özgürlükler adına en büyük adımın Meşrutiyet döneminde atıldığını hatırlatarak, İzmir’in bu anlamda Meşrutiyet’ten de önce harekete geçtiğini söyledi. Oktay Gökdemir, “Her yenilikte öncü olan, Osmanlı ve Türkiye için ilklerin kenti İzmir, bu ayaklanmaya da öncü konumunda. İzmirli kadının kendi hakları için sokaklara çıkması önemli bir demokrasi hareketi. Kökeni Amazonlara dayanan İzmir kadını, farkını 1828 yılındaki protestolarda göstermiş” dedi. Oktay Gökdemir, araştırmacı – yazar İlhan Pınar’ın, “İzmir Toplu Yazıları” eserinin, Şubat ayında İzmir Kent Kitaplığı’ndan çıkacağını da sözlerine ekledi.

İzmir'de Eski Rum Köyü; Kokluca/Altındağ

Kokluca, bu günün Altındağ semti. 90 yıl önce İzmirin yanıbaşında bulunan bir rum köyü idi. Pınarbaşı gibi İzmire doğudan gelen yolun üzerinde bulunan bu köy o zamanlar İzmire (Konak) 1 saatlik mesafe uzaklıkta bulunuyordu.

Bozdağların batıdaki son uzantısının üzerinde yer alan Kokluca köyünün evleri sık değil aralıklı olarak inşa edilmiş ve meyve bahçeleri, zeytinlikler içinde bulunuyordu. Köyün tüm halkı rum idi ve yaklaşım 100 aileden (Daha sonra başka bir kaynak da 3000 kişi olarak bahsedilmiştir) oluşuyordu. O zamanlar (19.yy) bu köyde su sıkıntısı yaşanmasına rağmen köy sakinleri rahatça köye su getirebilecekleri bir bütçeye büyük bir çan kulesi yapmayı yeğlemişlerdi. Meryem Ana adına yapılan kilise günümüze ulaşmasa da o zaman ki gezginler tarafından güzel bir kilise olarak adlandırılmıştır.Burası hakkında dönemin romantik Yunan/Rum yazarları tarafından binlerce yıllık Yunan geleneklerini kaybetmemiş hatta ionların torunları olarak bahsedilse de daha önceleri burada Hollandalı seyyah tarafından görülen cami harabesi köyün aslında ilk sakinlerinin Türkler olduğu zamanla Rumlaştığı konusunda bize fikir vermektedir.

Efelerce durdurulana kadar Müslüman ahaliye korku saçan Koklucalı Vasil gibi dönemin azılı haydutlarını ve çetelerini de çıkarmış olan Koklucalı Rumlar dönemin kaynaklarında Türk düşmanı, eşkiyalığı seven ve aşırı Yunan milliyetçisi olarak tanımlanmaktadır. Bunun göstergesi olarak, Yunan İşgal döneminde bir çok Koklucalı Rum genci Yunan ordusuna gönüllü katılmıştır.1922’de burada bulunan köylüler milis olarak Türk ordusuna karşı koymaya çalışmışlarsa da köy halkı 9 Eylül 1922’de burası Yunan Ordusunun artıklarından temizlenmiştir. Köy halkıda Yunanistan’a yerleşmiş ve NEA KOKLUJA (Yeni Kokluca) isminde bir kasaba kurmuşlardır.




19. yy da köy de 1 erkek, 1 kız rum okulu bulunmakta idi. Bu okullardan birisi özgün yapısını kaybetse de ALTINDAĞ İLKÖĞRETİM OKULU olarak eğitime devam etmektedir. Yörede bir zamanlar bulunan mağaralardan dolayı yöreye OPEON adı da verilmişse de bu gün söz konusu mağaraların nerede olduğu belli değildir.

1922’de tahrip olan, yanan köy bir süre askeri birliklere ev sahipliği yapmış, mübadelede giden Rumların yerine köye Yunanistan sonraları ise Bulgaristandan, Yugoslavyadan gelen göçmenler yerleşmiş olup hala Balkan kökenli vatandaşlarımızın yoğun olduğu bir semttir. 1950’lerde Marshall yardımlarıyla İzmir artık bağları bahçeleriyle ünlü tarım kimliğinden sanayi kimliğine geçerken, Bornova’ya bağlı Altındağ’ın kısmetine de bu fabrikalarda işgücünü satacak işçilerin yerleşim bölgesi olmak düşmüş. Önceleri tarlaların bir kısmı, tüccar sanayicilere fabrika yeri için satılmış, sonra kalan yeşil arazilerin üzerine beton dökülüp, buralarda çalışacak işçilere kiraya verilecek çok katlı evler yapılmış.

Bu aşamada ise eski rum evleri bir bir kaybolmuş, kiliseden eser kalmamış, yoğun ve çarpık konutlaşmadan dolayı yeşil alanı sadece mezarlık alanları olan bir yerleşme haline gelmiştir Kokluca.

Kokluca ismi bugün daha çok Kokluca Mezarlığından dolayı bilinmektedir. 1920’lerden sonra oluşturulan genç cumhuriyet dönemi mezarlığı şu an cumhuriyet tarihinin bir çok ünlü İzmirlisini de bağrına basmıştır.

Kokluca aynı zaman da pek bilinmeyen küçük bir Ortodoks mezarlığına ev sahipliği yapmaktadır. 1922’den sonra İzmirde kalan çok az sayıdaki Ortodoks rum için kurulan bu mezarlık da sadece 48 adet mezar bulunmaktadır. Adamopoulos, Amira, Anggelidiou, Anakaroni, Aslani, Basta, Berovitch, Bon, Bragioti, Consolo, Dimitriou, Filidis, Filippovich, Fornetti, Galdies, Gkouvisi, Ioanniais, Ioannidis, Kakye, Kalças, Karpathakis, Kladis, Koen, Leodi, Mamounasi, Menoudakos, Natovits, Pantelaki, Petridis, Pyrgousi, Raduman, Samoglou, Spyrou, Stavridiou, Stavridis, Triandafilidis, Vari, Xalikiopoulos, Xatzoudis, Yorgalo, Zaxariadis soyadlı rum vatandaşlara ait bu mezarlığın içinde ayrıca küçük bir şapel (kilsecik) bulunmaktadır.

Kokluca ismine gelince, Kokluca’nın arkasında Kandere’de Rumların baruthanesi varmış, dereye karışan atıklar mıdır, kimyasal mıdır neyse, kötü kokusu ve rengi nedeniyle “Koğuluça ” yani Kokuluçay dermiş yöre halkı. Koğulça köyünün adı, Kokluca’ya değişmiş zaman içersinde. 1926′da ise Kokluca değiştirilerek Altındağ olarak resmi kayıtlarla işleniyor. Şimdi köyün eski adı” Kokluca” mezarlıkta yaşıyor!

Bornova Ermenileri

Bornova Ermenileri

Smyrna-İzmir, kuruluşundan bu yana bir çok savaş, deprem, salgın ve yangın gördüğünden dolayı Roma dönemindeki ihtişamını Türklerin bölgeye gelerek düzeni sağlamasına kadar uzun süre küçük ve harap bir şehir olarak kalmış, zaman zaman neredeyse tüm nüfusunu kaybetmiş bir kenttir. Ticaret ve liman kenti olarak 16.yy dan sonra yıldızı parlayan İzmir 19. yüzyılda birçok farklı din ve ulustan insanın ticari amaçlarla yerleştikleri bir yer olmuştur. Türkler, Türklerden sonra en önemli toplum Rumlar, Yahudiler, Levantenler ve son olarak Ermenilerdi. Azınlıklar olarak rum ve yahudiler hakkında çok sayıda çalışma var isede İzmir Ermenileri hakkında toplu ve profosyonel bir çalışma mevcut değildir demek pek yanlış olmasa gerektir.

 Bir doğu toplumu olan Ermeni cemaatinin İzmir’e gelişi iki farklı teori ile aktarılmaktadır. İlkine göre; Kilikya’da ki Ermeni Krallığının 1375 yılında düşmesi sonucu, 30.000 kadar Ermeni, Memlüklerin istilasından kaçarak Kıbrıs, Rodos, Hanya ve bir kısmının İzmir’e yerleştiği görüşüdür. İkinci anlatıma göre ise; 1605 yılında Şah Abbas’ın baskısıyla binlerce Ermeni’nin İran ve Anadolu’ya zorunlu göçleridir. Bu göçler özellikle; Nahcivan, Erivan ve Karabağ yönüne doğru gerçekleşir. Buradan da ayrılan bir kısım Ermeniler batıya İzmir’e dek ulaşırlar.

Aslında Ankara ve Afyon Ermenilerininde aynı yolu izlediğinden dolayı ikinci teorinin daha doğru olması gerekir. Ermeni tüccar ailelerini İzmir’e çeken asıl sebep ekonomik olmuştur. Ermeni tüccarlar, İran havzasından gelen İpek ticaretini ellerinde tutmaktaydılar. İzmirdeki karlı ticaret olanakları, şehrin güzelliği, çok uluslu yapısı, toleranslı ve giderek avrupalılaşan hayat tarzı, doğu ve iç anadoludaki dinsel baskılardan kurtulmak isteği İzmire bir Ermeni göçünü başlatmış olmalıydı.

İzmir’de oluşan Ermeni Mahallesinden belki sonraki bir tarihte Bornova’dada hatırı sayılır bir Ermeni yerleşimi ve topluluğu oluşmaya başlamıştı. Bornovada nicelik üstünlükten ziyade nitelik olarak Levantenlerden sonra gelen en varlıklı kesim Ermenilerdi. Çünkü Türk ve rumlar gibi çiftçilikle uğraşan ermeni nüfus çok azdı ve byük çoğunluğu ticaret ile uğraşıyordu. Ticaret ile birlikte de bir çoğu servet sahibi olmuştu. Bornova’da Rumlara göre nisbeten az ama çoğu varlıklı ermeni aileler vardı geri kalan Ermeniler ise zengin köşklerinde hizmetçilik, seyislik, kahyalık vs . gibi işlerle uğraşırdı.Bornovadaki ermenilerin bir kısmı kendi geleneksel Ermeni kilisesini inşa etmiş ve ibadetlerini burada sürdürürken bir kısmı özellikle Levanten ailelerle akrabalık kuranlar Katolik inancına geçerek, ibadetlerini halen meydanda bulunan Santa Maria Katolik Kilisesinde icra ediyorlardı. Katolik olan Ermeni ailelerinden bazılarının mezarları halen Santa Maria Katolik Kilisesinin bahçesinde bulunmaktadır (Aslan ailesi, Baltacı Ailesi vs.).

Bornova Çayı sağ kıyısında 1862 yılında Surp Stephanos (Kutsal Haç) Ermeni Kilisesi inşa edilmişti. Bu kilise Bornova Çayı üzerindeki köprünün kıyısında olup, 30-40 yıl öncesine kadar bazı duvarları görülmekte imiş, şimdi ise burasına ait belirgin bir yapı kalıntısı yoktur. 1922’den sonra yıkılmış olmalı.

Ermeni mezarlığı ise Paterson Köşkünün kuzey-kuzey batısında bulunuyordu. Bu mezarlık yok olmuştur ama özellikle zengin ve saygın Katolik ailelerine ait mezarlar Bornova Santa Maria Kilisesinin bahçesinde hatta duvarlarında halen bulunmaktadır.

Bornova Ermenilerinden ismi kayıtlara geçmiş olanlara gelirsek, zengin ermeni ailelerden Savalanlar, Ekizler, Bandespanianlar, büyük manifaturacı Gasparyanlar ve İplikçiyanları sayabiliriz. Bunlardan Bandespanianlara ayrıca değineceğim. Şu andaki 57′nci Topçu Tugayı Karagah binasıBornova’da manifaturacılık yapan Artur İPLİKÇİYAN ve eşine aitdi. Bu ev 1895-1922 arası ev olarak kullanılmıştır. Karşısında astsubay misafirhanesi olarak kullanılan arazi ve bina Ermeni Aram ve kardeşine ait metruk bir yermiş. Yine şimdi Kars Halil Atilla okulunun olduğu araziye Rum Okulu yapmak isteyen rumlar bu araziyi bir ermeniden satın almıştı. Yine Hilal Okulunun olduğu yerde bir ermeniye ait köşk bulunuyordu. Ermeni kökenli Bandespanian ailesi Bornovanın en varlıklı ailelerinden birisi idi ve şu an Yeşil Köşk olarak bilinen köşk 1880′de Pandespanian ailesi tarafından inşa edilmişti. Bir zamanlar padişah Abdülmecid’i evlerinde misafir eden bu aile bankacılık sektöründe faaliyet gösteriyordu ve Bornovada geniş arazilere sahipti.

Ünlüler İzmir Hakkında Neler Diyor ?

Güzel  İZMİR

İzmir konusu bir muammadır aslında, İzmirli için değişilmez vazgeçilmezdir. Dışarıdan bakınca İzmirlinin bu İzmir sevdası biraz ukalaca görünebilir belki bilemiyorum, ama İzmir’i diğer kentlerden ayıran özellikler olduğu kesin. Örneğin; ”İzmirli olmak her faturayı cezalı ödemektir ” Bu sanırım genelde Egeli olmanın verdiği bir rahatlık...

Sadece bu da değil, İzmir’de koşuşturmaca yoktur, sabahın beşinde işe yetişmeye çalışan birilerine rastlamanız pek mümkün değildir, geç kalma işi efsaneleşmiş bir huydur… Neyse uzatmayalım ve tanıdık simalar İzmir için ne demiş, buyurun bakalım;


Yaşar Aksoy: Victor Hugo söylemiş: İzmir bir prensestir
Victor Hugo’ya katılmamak elde mi? “Les Orientales” isimli kitabına bulunan “La Captive” isimli şiirinin ilk dizesinde, “Smyrne est une princesse” demiştir. Yani, “İzmir bir prensestir.” Hugo, İzmir’e hiç ayak basmadan, çok uzaklardan şöyle bir bakıp, ona nasıl prenses diyebilmiştir? Bunun sebebi İzmir’in baskın “dişilik” özeliğidir. Bir Amazon kraliçesi tarafından kurulduğu efsanelere kazınmıştır. İzmir üzerine yazılmış her şiir buram buram dişilik kokar. O bir prensestir, bazen bir sevgili veya eş, bazen kız kardeştir, bazen de küçük bir kız çocuğu.


Sezen Aksu: İzmir'in kızları sevişe sevişe de ölür, dövüşe dövüşe de icabında
İzmir’in sembol isimlerinden Sezen Aksu bir albümünde İzmir kızlarını şöyle anlatıyor:
İzmir’in kızları bir elinde de cımbızları / Dişidir, anadır, efedir gidinin tatlı huysuzları / Çıktılar mıydı ipek çoraplarla kordon boyuna / Savaşta da, aşkta da esaslıdır kadın duruşları / İzmir’in kızları / Korku yok kitabında
İzmir’in kızları / Ayıptır söylemesi laf aramızda / Sevişe sevişe de ölür, / Dövüşe dövüşe de icabında



Tan Sağtürk: Öyle insanlardır ki taştan yapılmış bir kaleye kadife derler
“Zeytin kokar Tanrıların ağzı, benim doğduğum memlekette” dedim. Fransa’da, benimle röportaja gelen Fransız gazetecileri sormuşlardı. Röportaj bu başlıkla yayınlandı. Ege’de batıdan, Yunanistan’dan gelen dalgalar, çakıl taşlarını okşar. O saatlerde turunçlar turunculaşırken, imbat rüzgarı içinizi ürpertirken dünyaya geldim. Su birikintilerinde kağıttan gemiler yüzdürdüm. Sokaklara doyamadım. İzmir’de bir kale vardır. Taştan yapılmıştır ama İzmirliler ona Kadifekale adını koymuşlardır. İzmir’de doğup yaşayanların taşa yakıştırdıkları sıfata bakın: Kadife.


Nuri Çolakoğlu: İzmirli geniş bakar geniş düşünür, yüksek sesle konuşur
İzmir yüzyıllardır Anadolu’nun dünyaya açılan penceresi olagelmiş. Bu pencereden ışık girmiş, yenilik girmiş. Onun için İzmir’in insanları dünyaya daha rahat bakar, yenilikçidir. Kaç göç yaşanmamıştır. Bundan 50 yıl önce Daryo Moreno Göztepe sahilinde bir kayığa uzanmış, elinde gitarı şarkılarını söylerken, İzmir’in kızları, erkekleri bu müziği denizde çevresinde yüzerek dinliyordu. Genç kızlar ve erkekler karşı cinsten olanlarla topluca gezilip tozulabileceğini daha çok küçük yaşta öğreniyorlardı. Terakkiperver Fırka’dan Demokrat Parti’ye kadar Türkiye’deki birçok yeni hareketin çıkış noktasıydı İzmir. Bu nedenle İzmirli geniş bakar, geniş düşünür, yüksek sesle konuşur, karşıdan yükselen sesi de dinler, kabul etmese bile onunla birlikte yaşamayı bilir.

Kibariye: Oynamadan duramam gülümsemeden yaşayamam..
İzmirli olmak benim için sıcakkanlılığı ifade ediyor. İzmirliler insan sever. Girdiği her ortamda, herkesi kucaklar. Rahatızdır, genişizdir. Ben çok tezcanlıyım, tıpkı diğer İzmirliler gibi. Çat orda, çat kapı arkasında. Oynamadan duramam, gülümsemeden yaşayamam. Öyle kolay kolay karalar bağlayamam.





Gönül Yazar: İzmir’e gávur diyorlar evet biraz karışığız ama kurban olsunlar
İstanbul’a ilk geldiğimde geliyom, yapcam, diyorum diye İstanbullular bana köylü gözüyle bakıyorlardı. Şimdi baksınlar bakalım! Bugün İzmir Türkiye’nin en Avrupai şepri oldu. Beyazıt Öztürk’ünden Haşmet Babaoğlu’na, Huysuz Virjin’inden Ajda Pekkan’ına herkes İzmir’de ev almayı düşünüyor. İzmir’in kadınları cesurdur, erkeklerinden daha sağlamdır. Erkekler verdiği sözü pek tutma. Kadınlar kendilerini sevdiği için ateşe atar. İzmir’e gávur diyorlar. Evet biraz karışığız. Ama kurban olsunlar. İzmir’in kızları hoppa diyorlar. Canları sağolsun. Evet hiç kimseyi takmazlar, takmasınlar.